Cel-shading tarzı görselliği, çılgın silah çeşitliliği ve kendine özgü mizah anlayışıyla, zaman içinde kendine sadık bir hayran kitlesi oluşturdu. Gearbox Software’in geliştirdiği ve 2K Games’in yayınladığı bu oyun, esasen bir risk projesiydi çünkü türleri karıştırmak her zaman başarı getirmez. Ama Borderlands bunu bir şekilde başardı. Ve sadece başarmakla kalmadı, bir alt türün temelini attı: looter-shooter. O günden bu yana, birçok oyun Borderlands’in açtığı yoldan yürüdü ama hiçbiri tam olarak onun ruhunu yakalayamadı.
Oyunun geçtiği yer, gezegen Pandoranın uçsuz bucaksız çorak toprakları. Kaotik, tehlikeli ve absürt derecede “batı” esintileri taşıyan bu gezegen, çılgın bilim adamlarından manyak haydutlara, dev yaratıklardan çarpık robotlara kadar envai çeşit karaktere ev sahipliği yapıyor. Ancak oyunun en büyük özelliği, bu evrenin kendine has havası. Borderlands’in dünyası, o kadar kirli, o kadar acayip ve bir o kadar da canlı ki, sanki Mad Max’in çizgi roman versiyonuna dalmışsın gibi hissettiriyor. Bu evrende herkesin tek bir amacı var: Vault adı verilen gizemli yapıyı bulmak. Efsanelere göre Vault, içinde inanılmaz bir güç ya da servet barındırıyor. Hikâye işte bu arayışla başlıyor.
Dört ana karakter var: Mordecai, Lilith, Roland ve Brick. Her biri farklı bir sınıfı temsil ediyor ve kendi özel yeteneklerine sahip. RPG unsurları burada devreye giriyor çünkü karakter gelişimi, yetenek ağacı sistemiyle sağlanıyor. İstersen Lilith’i görünmezlik üzerine geliştir, istersen Brick’i tam bir yumruk canavarına çevir. Bu özgürlük hissi, o dönem için gerçekten yenilikçiydi. Ve belki de en önemlisi: arkadaşlarla oynandığında oyun bambaşka bir hal alıyor. Borderlands’in co-op oynanışı, birçok kişi için en keyifli deneyimi oluşturuyor çünkü sinerji ve takım çalışması burada hem eğlenceli hem de gerekli.
Savaş sisteminin merkezinde silahlar var. Daha doğrusu binlerce silah. Oyunun sloganı boşuna “bizilyon silah” değil. Rastgele üretim sistemi sayesinde her silah neredeyse benzersiz. Tüfeklerden roket atarlara, elektrikli pompalardan zehir saçan tabancalara kadar her şey mevcut. Silahların davranışı, istatistikleri, efekti ve hatta görünümü birbirinden farklı. Bu sistem, sürekli olarak “bir sonraki silah daha mı iyi?” sorusunu akla getiriyor ve oyuncuyu sürekli keşfe teşvik ediyor.
Ancak hikâye kısmında işler biraz duraklıyor. Ana senaryo zayıf, karakterlerin motivasyonu yüzeysel ve diyaloglar çoğunlukla boş esprilere dayanıyor. Tabii bu bir sorun mu? Aslında hayır. Çünkü Borderlands zaten kendini fazla ciddiye almayan bir oyun. Hikâyesinin zayıf olması, atmosferin eğlenceli tonunu gölgelemiyor. Ama eğer senaryo odaklı bir tecrübe arıyorsan, ilk oyunun bu konuda beklentini pek karşılamayacağını söylemek lazım.
Mizah konusuna gelirsek, Borderlands tam anlamıyla “çılgınca komik” bir yapıya sahip. Karakterler saçma sapan konuşuyor, görevler genellikle absürt, çevredeki NPC’ler ise tam anlamıyla deli. Bu atmosfer, oyunu eğlenceli kılarken bir yandan da kendine has bir stil yaratıyor. Bu anlamda, Borderlands’in kimliği çok net: oynaması keyifli, umursamaz ama zekice hazırlanmış bir tecrübe.
Görselliğe gelirsek, cel-shading grafik tarzı kimilerine göre basit ve çizgi film gibi gelebilir ama Borderlands’in kişiliğine tam anlamıyla oturmuş bir tercih bu. Oyunun retro-fütüristik dünyasında bu tarz, hem teknik sınırlamaları avantaja çeviriyor hem de karakteristik bir atmosfer yaratıyor. Düşük sistem gereksinimlerine rağmen detaylı görünen dünyası, aradan geçen yıllara rağmen hala göze hoş geliyor. Özellikle ışık-gölge oyunları ve patlamaların renkli efektleri, çorak toprakların arasında bir şölen yaratıyor.
Ses tasarımı ise oldukça tatmin edici. Silah sesleri, patlamalar, karakter replikleri ve çevresel efektler başarılı. Müzikler çok ön planda değil ama bulunduğun ortamın tonuna göre atmosferi güzel tamamlıyor. Asıl parlayan taraf, karakter seslendirmeleri. Her karakterin kendine özgü bir tarzı ve sesi var. Bu da onları unutulmaz kılıyor.
Tekrar oynanabilirlik açısından Borderlands adeta sınırsız. Dört farklı karakterle oynayabilmek, farklı yetenek ağacı kombinasyonları denemek, arkadaşlarla co-op deneyimi yaşamak, farklı silahlar bulmak ve yeni zorluk seviyelerinde oyunu tekrar oynamak… Hepsi tekrar tekrar başlamak için birer sebep. Bu da Borderlands’in yaşlanmamasını sağlıyor. Bugün bile ilk oyunu açtığınızda eski hissetmiyor. Belki teknik anlamda değil ama ruh olarak hâlâ taze.
Yine de eksikleri de yok değil. Görev yapısı zaman zaman tekrar ediyor. “Git, şunu öldür, geri gel” döngüsüne takıldığınız anlar oluyor. Bazı bölgeler boş ve sıkıcı gelebiliyor. Araç kullanımı ise oldukça yüzeysel ve mekanik. Boss savaşları da çoğunlukla beklendiği kadar etkileyici değil. Ama bu eksiler, genel deneyimi yerle bir etmiyor.